Sıradan uyanılmış, sıradan şeyler yapılmış, sıradan insanlarla geçirilmiş bir günün sonundasındır. İçinden kendini telkin edersin "birazdan yatacağım". Ama o işler öyle olmaz genellikle.
Oturur kalkarsın. Güler geçersin. Yer içersin. Ama o işler hiçte öyle olmaz işte..
İçinde bulunduğun gün pratikte her ne kadar sırdan olsa da teoride oldukça anlamlı ve önemlidir. Omuzunda taşıdığın-taşımaya gönüllü olduğun-bu anlam ve önem seni günden güne daha da yere iterken, ısrarla dik durmaya çalışır bedenin. Aslında bu insanın kendini hırpalayış şeklidir.
Olmak isteyip olamadıkların, duymak isteyip duyamadıklarındır aslında seni bu hale getiren. Sırf mızmız görünmemek adına sakladığın o kocaman duygular sıkış tepiş olur gün geçtikçe içinde. Büyüdükçe tekmeler, tıpkı doğmayı bekleyen bir bebek gibi. Gün geçtikçe daha da zorlanırsın yürümekte. Gün geçtikçe daha çok bulandırır içini. Her şeyini.
Gün gelir çığlıklar atarsın, döker saçarsın ne varsa. Aslında o an her gün gelir. Aslında o an her günün sonunda gelir. Tüm gün attığın mavradan kahkahaların cezası gibi iner suratına. Fiziksel acı çektirmez suratına inen okkalı tokat. En kötüsü de budur ya. İçinin acıdığını hissedersin. Deli gibi hemde.
Özlemek her sabah gebe kalınan, her akşam yalnız kaldığınız anlarda canınızdan can götürerek kendini dışarı atan bir histir belki de. Özlem duyduğunuz her gün sıradan başlar, evet. Ama o işler hiçte öyle olmaz işte..
Her Eylül ayı geldiğinde içimi bir mutluluk kaplar.. Genellikle "Hüznü" temsil ettiği söylense de benim için mutluluktur Eylül. Hatta on iki ay içerisinde ki en güzel aydır. Adına yazılmış romanları, şarkıları, şiirleri, sözleri saymakla bitiremeyiz. Mevsim geçişi olduğu içinde en güzel havanın yaşandığı aydır. Hele ege bölgesinde tadından yenmez.Özellikle Ayvalık taraflarına hastayım Eylülde. Her yeri bir sessizlik kaplar. Sıcak yaz günlerinin elini ayağını çektiği, hazan rüzgarlarının kendini hissettirdiği dönemdir. Etrafa canlılık ve güzellik katan yemyeşil yaprakların sararıp tutunduğu dalı bırakmasıdır. Yaprağın kaderidir düşmek. Yapraklar hışırtılı sesleri ile bir o yana bir bu yana savrulurken ne anlatmak isterler bilinmez..
Tatlı tatlı esen bu sonbahar rüzgarlarının ardından yağan yağmurlarda sona eren son bulan güzelliklerin ardından dökülen göz yaşları gibidir benim için. Bir çok şeyi anlatır doğanın bu nadide hali! Anlamak isteyene. Sessiz bir çığlık gibi.
Bir şey var ki, hiç bir şeyin süreklilik taşımamasıdır. Güzelliğin, mutluluğun, canlılığın, sağlığın, gençliğin ve hayatın.. Tıpkı kuruyan yaprakların dalını bırakması gibi. İnsanlarda zamanı geldiğinde her şeyini geride bırakarak hayata tutunduğu dalı bırakarak terk edecek dalını.
Her güzelliğin bir sonu olduğunu bilip ona göre yaşamalı..
Eylül; mutluluktur, hüzündür, terkediliştir, doğanın en güzel vaktidir.
Doğa = Mavi ve Yeşil benim için. Kendimi bulduğum, hayatın monotonluğundan kaçıp kendime gelme çabaları gösterdiğim, kafa dağıttığım, ilacımdır benim. Oturduğum yer itibariyle kendimi çok şanslı buluyorum doğa konusunda. Gerçi onuda yok etmeye başladılar betonla! Elbet cevabı sert olacaktır.
Maviye de Yeşile de saymakla bitiremeyeceğimiz şiirler, sözler yazılmıştır. Hatta bir çok şiir maviye boyanmış gibidir. Bir kaç sevdiğimle örneklendireyim.
"Ben seni kaç yıl sevdim
Aya kattım ve sevdim
Yalnızdım çok yalnızdım
Ay başka mavi başka "
-Mavi Tango
-Turgut Uyar
"Mavi konuşalım, mavi yazalım
mektuplar zarfa girer girmez mavi
Söz mavi olsun ağızdan çıkar çıkmaz
İki ayrılık arasındaki yol mavi
Göz göze gelince mavi olsun yakınlığı kızla oğlanın
Mavi bir anı gibi ışıklar içinde zaman"
-Mavi üstüne siyah
-Haydar Ergülen
"Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...
Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi.. "
-Gün olur
-Orhan Veli Kanık
"Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim
Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden"
-Sevgilim Ben Şimdi
-Cemal Süreya
"Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı,kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın..."
-Nazım Hikmet Ran
"Bir kalem aldım düşlerimdeki sevdayı çizmeye.
Sevgi verecektim çizdiğim resme.
Sürdüm kalemi, gökyüzüne.
Yıldızlar mavi oldu, karanlık yeşil
Bedenini sardı yeşili karanlığın,
Mavi yürek oldu, yarısı yeşil
Sordum geceye; neden yarısı mavi, yarısı yeşil
Mavi sevgi yeşil sevda dedi."
-Mavi Yeşil
-İsmail Türkmen
Sevelim be doğayı, koruyalım be. Doğa her şey be her şey.
Hep mavi ve yeşil kalın.
Herhalde hayatta en sevdiğim ve en çok anlam yüklediğim kelimedir "bazen".
Hatta hayatın bazenlerle dolu koca bir akvaryum olduğunu düşünürüm.
Herkesin bazenleri vardır.
Hele hele "Kaybedenler Kulübü" filminden sonra kat ve kat artmıştır bazenler. ( Bende ilk üç filme girer bu arada.)
Hayatımda gel-gitler çok olduğu için bazenlerimin fazla olduğunu düşünürüm.
Hadi başlayalım...
Bazen insanın tüm ihtiyacı müzik dinlemek ve kopmaktır.sevdiği insanı bulduğu her parça onun içinden bir parçadır.
Bazen gölgen bile çelme takar sana.
Bazen özledim diyemezsin ve bir kadeh daha içersin.
Bazen yürürsün ıssız sokaklarda.
Bazen uçarsın rüyanda.
Bazen çok istersin ama olmaz. Aklında kalır çıkmaz.
Bazen susarsın, için içini yer iken.
Bazen nereye gideceğini, neyi seçeceğini bilemezsin.
Bazen birden bire boşalan yolun ortasındasındır.
Bazen birinin eksikliği birinin fazlasıdır.
Bazen süper kahramansındır kendi hayatında.
Bazen kaçıp gidesin gelir ama gidemezsin.
Bazen abuk sabuk bir şeyden aklına gelir o.
Bazen sen, sen değilsindir.
Bazen söylediğin yalanlarla kafana sıkarsın.
Bazen kendi kendinin katlidir insan.
Bazen bir şarkıyı arka arkaya onlarca kez dinlersin.
O içindeki hep iyi düşünen çocuğu öldürmen gerekir önce. Kendisi gider çınlayan sesi kalır. Gömersin, susturursun. Geriye kalan hissizliktir.
Önceleri dinlediğin şarkılarda aklına gelen mutlu anlar uğramaz olur artık sana. Gözlerini kapattığında dahi burnunda hissedebildiğin o kokuya yabancılaşırsın ardından. ve gariptir ki "neden?" diye sorulmaz. Çünkü böyledir zaten hayat. Olmasını istediğin gibi değil, olması gerektiği gibi sürer. sürer bir şekilde işte.
Başka ellere dokunursun zamanla. Sonra daha da başkalarına. Ona "hayır" diyemezken, başkalarını üzmek hiçte zor gelmez sana. Git dersin bağıra çağıra. Seni üzen her anın inadına. Bir gün gelir ağlaman gerekir, ağlayamazsın. Ağlamak güzeldir esasında. Ağlayamamak kötüdür. Tepkisizsindir artık. Canında yanmaz pek. Mimiksiz kalır yüreğin. Buz gibidir için.
Buruk bir anı gibi gelir aklına içini donduran kadın/adam. Ama artık sorgulamakta manasız gelir. Çünkü sen hayalinde onu prenses/prens yaparsın, kahraman yaparsın, yeri gelir eş yaparsın. Sonra gün gelir o anne/baba olur, ama sen baba/anne olmazsın.
Neredeyse bütün dandik kısa filmler aynı sahneyle başlar -karakter uyanır, yataktan kalkar-. Çok sıkıcı bir giriş değil mi? Her gün milyarlarca insanın yaşadığı boktan bir olayı neden daha ilk sahneden koyuyorsun ki önümüze, çok mantıksız. Fakat bu hikaye de öyle başladı. Son derece sıkıcı, hepinizin her gün defalarca yaşadığı şekilde uyandım, yataktan kalktım. Kimse size bu hikayenin normal bir dandik hayattan daha heyecanlı olacağını söylemedi.
Tamam uyandım ama hemen kalkmadım onu itiraf edeyim.. Hiç kalkasım olmadığı zamanlardan biriydi. Başıma gelmesinden korktuğum şeyler vardı. Belki kapıcı gazeteyi getirmemişti henüz belki de ekmekler bayatlamıştı ve belki kapıcı hem gazeteyi hem taze sıcak ekmeği getirmeyi unutacaktı gaddemit! Başıma bu tarz bir aksilik gelmesini beklediğim için kalkamadım yataktan. Önce telefondan sağa sola biraz like attım, gerekli yerlere kalpçikler daha gerekli yerlere retweetler serpiştirdim. Kapıcımızın olmadığı aklıma geldiğinde sinirli bir şekilde fırladım yataktan, başlardım böyle apartmana ben.
Özel bir gün değildi, sıradanlıkta tavan yapan bir gündü. Karnımın acıktığını ve gömleğe ihtiyacım olduğunu hatırladım. Kahvaltı hazırlamaktansa gider gömlek alırdım. Kimse kimsenin tercihini sorgulamamalı bence. Kiminin önceliği gömlektir kiminin az yağlı beyaz peynir. Ben kaşar peynir sevdiğim için hiç tartışmaya girmeden çektim kapıyı çıktım. Gömlek almaya gidiyordum. Gömlek almaya gittim. Denediğim gömlek küçük gelince kendimi olaya fazla vermemiş olmalıyım ki reyon görevlisi kıza "bu gömlek keçi mi inek mi, varsa yarım kalıp öbüründen yap bana" dedim. Saçmaladığımın farkına kısa sürede varıp toparlamaya çalıştım "ahaha şaka ya şaka ben kaşar seviyorum" dedim. İyice sıvamıştım. Bu durumu hiçbir şekilde lehime çeviremeyeceğimin farkına kısa sürede vardım. Kız ne tür bir sapık olduğumu anlamaya çalışırken afallamış olduğundan bunu fırsat bilip koşmaya başladım. Planım kimse olayı çakızlamadan mağazadan koşarak uzaklaşmaktı. Yeterince hızlı olursam belki bir Van kahvaltıcısına kadar koşup çeşit çeşit birbirinin aynısı peynirlerle kahvaltı bile yapabilirdim. Evet planım tam olarak buydu, depara kalktım.
Mağazanın kapısından henüz bir kaç dripling uzaklıktayken arkamdan deparlamış göbekli güvenlik görevlisini görmemin de etkisiyle planımda bazı noktaları atlamış olduğumun farkına vardım. Hızımdan gömleğin etiketi flip flip boynuma vururken arka planda mağazanın alarmı caddeyi inletiyordu. Daha önce de söylemiştim, başıma gelmesinden korktuğum şeyler vardı ve işte gelmişti. Çevredeki insanların meraklı bakışlarının altında olabildiğine hızlı koşuyordum, artık geri dönüşüm yoktu. Gömleğin etiketi boynuma her vurduğunda kendimi sürekli kırbaçlanan ve küçümen jokeyi üzerinden atmaya çalışan bir arap atı gibi hissediyor daha da hızlanıyordum. Bir an araplardan tiksindiğimi hatırlayıp bu düşüncemi dopingli bir ingiliz atı olarak sürdürmeye karar verdim. Koştum, ufka doğru. Koştum, nefesim bitene kadar koştum. Artık dilim damağıma yapışmıştı ki göbekli güvenlik görevlisine doğru arkaya bakmayı akıl ettim. Çok akıllıyımdır. Kendisinin peşimi bıraktığını ve etraftan kendini kahraman sanıp beni yakalamaya yeltenen biri olmadığını kendime güzel bir dille anlattıktan sonra durdum. Şöyle bir ceplerimi yokladım cüzdan ve telefon için. Hiçbiri yolda düşmemişti iyiydi, güzeldi. Gömleğin bir düğmesinin koptuğunu gördüm, olsundu, kopsundu, dikilirdi. Şöyle bir gömleğin yakalarını düzeltmeye yeltendiğimde elime çarpan etikete atarlandım "lan sskrigit" diye bağırdım ve koparıp yere attım.
Bir kaç defa derin derin soluyup nefesimi düzeltmeye çabaladım, tekrar arkama baktım kolaçan hesaabı. Evden çıkarken üzerimde olan t-shirtü mağazanın deneme kabininde unuttuğum aklıma geldi. Geri dönüp t-shirtü almak üzerine bir salaklık yapacaktım ki sokağın karşı tarafından birkaç höykürüş geldi:
-abiii
-abiiiğ
-abiiiğee
Kafamı çevirdiğimde okulun demirlerine kafalarını sokmuş bir avuç ortaokul bebesi gördüm. Kaşlarımı çattım "ne var lan" şeklinde el kol yaptım.
-aaağbiiie tobu adsana
-ağbii tooop
diye bağrışarak park halindeki bir arabanın altını gösteriyorlardı çitoslu parmaklarıyla. Halkının kefen giymiş yalaka kısmını selamlayan bir başbakan edasıyla bir elimi göğsüme koyup diğer elimi havaya kaldırdım "tamam bendee çocuklar" hareketi yaptım. Bu hareketi yaparken gömleğin başka bir düğmesi daha kendini özgürlüğe doğru fırlattı. Gömleğin küçük olduğunu reyon görevlisi kıza söylemiştim işte, haklıydım.
Topun altına kaçtığı arabaya doğru yürüdüm. Arabanın yanına gelince topun kolayca alınamayacak bir uzaklıkta olduğunu anladım arkamı dönüp çocuklara bağırdım:
+Hangi kazma attı lan bunu buraya, gelin kendiniz alın yatamam şimdi yere!
Çocuklar ne kadar ciddi olduğumu bakışlarımdan anlamışlardı. İçlerinden biri "gömleği güzel janti abim, hadi abim, abilerin kralıı" diyip beni gaza getirmeye çalıştı. Çabuk gaza gelmezdim. O sırada aynı eleman diğerlerini örgütleyerek hepsinin bana alkış tutmasını ve bana tezahurat yapmasını sağladı:
-krall ağbii, kral ağbi olley!
İki elimle hayranlarıma "tamam tamam" şeklinde işaret yaparken yere uzanıp topu arabanın altından almaya hazırlanıyordum ve bağırdım.
+Yalnız varrya kendinizi satsanız ödeyemezsiniz bu gömleğin parasını!!!
Haklıydım, ödeyemezlerdi.
Ayağımla topu çekiştirmeye çalışırken aklıma bir çok anı canlandı. Kendimi çocukların yanında gördüm, aynı şeyleri ben de yaşamıştım. Okulun bahçesinden dışarı kaçırdığımız topları göbekli ve çabuk gaza gelen amcalardan geri atmalarını isterdik. Neredeyse hepsi de gaza gelip topu havaya diker ve bambaşka saçma noktalara atmayı başarırlardı. Rivayet odur ki topu okulun bahçesine geri atmayı başaran amcalara cennetten şarap nehirler akan altı yüz atmış altı dönüm toprak, Russian Instutue'den üç yüz otuz üç huri bahşedilir. Topu sonunda dışarı çeldiğimde zamanın akışı yavaşladı ve kendimi çelişkiler yumağında buldum. Topu çocuklara hangi teknikle atacağımın kararını hemen vermem gerekiyordu. Elle atsam kendimden beklenmeyecek bir eziklik örneği olacaktı, topu diksem ve istediğim yere ulaştıramasam... İçim içimi kemiriyordu. Zaman normal akışına geri döndüğünde topu bir elime aldım, diğer elimle de eşortmanım ve gömleğimin üzerindeki tozları silkeledim. O ana kadar gömleği eşortmanın üstüne giydiğimin farkına varmamıştım. Gerçekten gözalıcı bir görüntüydü. Bu sırada alkışlar ve tezahuratlar yükselmeye başladı:
-ooooo ağbi buraya ağbi buraya, ağbi burayaaa, ağbi burayaaa
-vur vur inlesin, karşı kolej dinlesin
-ooooooo...
Bu sırada kararımı vermiştim. Sağ ayağımı öne attım, elimdeki topu hafifçe havalandırıp müthiş sol ayağımnan topu bahçeye doğru diktim. Zaman tekrar yavaşladı, tezahurat sesleri kalınlaşarak "ooo" şeklinden "ooooley" şeklinde dönüştü. Top ilerledi, yükseldi, ilerledi, yükseldi. Okulun bahçe demirlerine ulaştı, çocukların kafalarını aralarına soktuğu demirin hizasına kadar yükseldi. Çocukların gözleri ve kafaları artık yukarıya doğru bir ivme kazandı, başaracaktım. Küçüklüğümdeki o ezik amcalar gibi olmayacaktım, arkamdan dalga geçilmeyecekti. Bu tüm insanlığın yaşaması ve aşması gereken bir eşikti. Başaranlar ödüllerin en ulusunu almaya hak kazanacaktı. Force kullanırmışçasına iki elimle topa yön verir gibiydim, ulvi bir an yaşıyordum. Yüksel eyy top, yüksel. Top yükseldi, yükseldi ve çocukların okuldan kaçmasını önlemek için demirlerin üzerine gerilmiş jiletli tellerin arasına girdi. Topu delen jiletler kıdemli bir Bağcılarlı gencin kolundaki façalar kadar açık seçik gözüküyor, toptan çıkan havanın sesi coşkuyu bastırıyordu. Ellerim havada, tezahuratlar yarıda kaldı. Zaman normale döndüğünde elebaşı olan gaza getirimci çocuk hariç hepsi şaşkınlık ve üzüntüyle karışık kafalarını demirlerin arasından çektiler. Kendi aralarında belli ki bana laf söylüyorlardı. Hemen nasılda dönmüşlerdi, satmışlardı kral ağbilerini, Bunlardan adam olmazdı. Başı demirlerin arasında sabit kalakalmış elebaşı çocuk seslendi,
"aaağbii" dedi, "senin ben gömleğine sıçim"
Bozuntuya vermedim, "seni müdürüne şikayet ederim lan" diye gider yaptım parmağımı sallayarak. Okulun kapısına doğru adım atıyormuş gibi bir fake attım, yemedi, gıdım hareket etmedi o demirlerin arasından. Geleceğini jiletli tellerin arasında bırakmış gibi topa bakıyordu. O an içimden gömleği çıkartıp imzalayarak çocuğa fırlatmak geçti. Kendimi hemen bu dürtüden uzaklaştırdım. Daha önce de söylemiştim, başıma gelmesinden korktuğum şeyler vardı ve işte gelmişti. Gömleğimi de verirsem benliğimden geriye ne kalırdı ki...
Olay mahallinden uzaklaşırken hayatımda gömlek ve peynirden daha önemli sorunlar olduğunun farkında vardım. Bu sorunların hepsini tek seferde çözmek için yapılacak en doğru hamleyi yapacaktım. Kapıcısı olan bir apartmana taşınacaktım.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki artık duyduğumuz hiçbir habere şaşırmıyoruz. Hatta o kadar alışmışız ve kanıksamışız ki Tübitak'ın başına hayvanat bahçesi müdürünün atanmasına, başkanın özel şoförünün hiçbir vasfı yokken halkı temsil etmesi için milletvekili yapılmasına ya da sırf yalakanın en önde koşanı olduğu için başdanışman yapılan kişinin televizyonlara çıkıp ekonominin belini sakatlayacak spekülasyonlar yapmasına, yani kısaca; mevkisi çok yüksek birinin kabiliyetsiz dıdısının yeteneksiz dıdısına yüksek bir mevkide yok yere iş ayarlanmasına tepki bile gösteremiyoruz. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki "ecadadımız da ecdadımıııız!" diye naralar atan tipler ecdatlarının ecdatlarını mezarında ters çevirip düz sızlatıyorlar.
Geçenlerde internette gezinirken bir kitaba ait okuyucu yorumlarıyla karşılaştım. Kişiler kitaba dair öyle hoş notlar aktarmışlardı ki bu kitabı hemen edinmeliyim diye düşündüm ve siparişini verdim. Elime geçer geçmez kitabı resmen sömürdüm. Kitap orjinalinde Latince yazılmış, Latince'den İngilizce'ye, İngilizce'den Almanca'ya ve nihayetinde de Türkçe'ye çevrilmiş bir eser. Adı "Türk Mektupları". Hemen aklınıza aşk kokan romantik mektuplar gelmesin. Şöyle ki: Osmanlı'nın şaşaalı dönemlerinden Kanuni Sultan Süleyman döneminde Avusturya ile yaşanan bir sınır anlaşmazlığını çözmek üzere Avusturya imparatoru tarafından görevlendirilen hümanizm eğitimi görmüş, bilgili, kültürlü bir elçi olan Ogier Ghiselin de Busbecq'in Osmanlı'da geçirdiği beş sene (1555-1560) boyunca gözlemlediklerini kaleme alması sayesinden oluşmuş bir kitap. Busbecq'in aslında amacı kitap yazmak değil, sadece burada geçirdiği süre boyunca yakın bir arkadaşına gönderdiği dört adet uzun mektubun kitap haline getirilmesi ile eser oluşmuş. Böylece resmi ve kuralcı bir dil yerine sade bir anlatım ile sanki karşılıklı konuşuyormuş hissini veriyor. Busbecq bizlere yabancı biri olduğu için ona enteresan gelen her şeyi yazmış mektuplarında. Avrupa ile Osmanlı arasındaki farkları kendi kendimize anlatışlarımızdaki gibi abartılı bir şekilde değil, yalın anlatımla dile getirmiş. Hümanist bir eğitim görmesinin neticesinde ise gördüklerini tarafsız bir süzgeçten geçirebilmiş. Bu yüzden farkında olmadan öyle bir eser yaratmış ki kendinden sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin Osmanlı'yı daha iyi anlaması hususunda güçlü ve tarafsız bir kaynak oluşturmuş. Türk Mektupları gerçekten çok sürükleyici ve akıcı bir kitap. Okurken sayfaları değil yılları değiştiriyorsunuz. Busbecq'in anlattığı sahnelerde siz de gerçekten o yıllara gidiyor İstanbul sokaklarından Balkanlar'a, Üsküdar'dan Adalar'a seyahat ediyorsunuz. Kitapta Hürrem Sultan'ın entrikalarından Mustafa ve Beyazıd'ın hazin sonlarına, Yeniçerilerin savaş düzenlerinden sokakta yaşayan hayvanlara, Rüstem Paşa'nın rüşvetçiliğine, halkın hamam adetlerine kadar inanılmaz çeşitli bilgiler yer alıyor. Anlatılanlar ile günümüzde yaşadığımız toprakların aynı topraklar olması, aynı millet olmamız hususunda ise şaşıracaksınız. Çünkü bazı yönlerden "işte bu biziz" diyecek, bazı noktalarda ise ecdadımızdan(!) bu kadar ters işler içerisinde oluşumuza afallayacaksınız. Eserin içinden anlatmaya değecek noktaların hepsini alıntılasam kitabın içeriğinin üçte ikisini buraya geçirmem gerekir. O yüzden günümüzle bağlantı kurarak etkilendiğim sadece ufak bir kısmını buraya aktarmak istiyorum. Bu kısım "Asalet ve Meziyet" bölümünden, ilk paragraf ile bağlantılı ve bu yazıyı aslen yazış amacım: "Türk imparatorluğunda her insanın içine doğduğu şartları değiştirme ve kaderini tayin etme imkânı vardır. Sultanın altındaki en yüksek mevkilere sahip kimseler genelde sığırtmaçların(sığır çobanı) oğullarıdır. Böyle doğmuş olmaktan utanç duymak şöyle dursun, bununla övünürler. Kendilerini ecdatlarına ve tesadüfen doğmuş oldukları ortama ne kadar az borçlu hissederlerse duydukları gurur o derece büyüktür. Meziyetlerin doğum veya miras yoluyla soydan geçtiğini kabul etmezler. Onlara göre meziyetler kısmen Tanrı'nın bir lütfu kısmen de aldıkları talim ve terbiyenin, gösterdikleri çabanın ve hissettikleri şevkin ürünüdür. Nasıl ki müzik gibi sanata, matematik ve geometriye olan istidat babadan oğula geçmiyorsa, karakterin de irsi olmadığı, oğulun mutlaka babasına benzemesi gerekmediğini ve vasıfların insana Tanrı tarafından ihsan edildiğini düşünürler. Dolayısıyla Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler kabiliyet ve faziletin mükâfatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar. Bizim(avrupa devletlerinden bahsediyor) usullerimiz ise çok farklı. Bizde meziyete yer yoktur. Her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan sadece soylu olmaktır." Kitaptan birebir aktardığım Avrupalı bir elçinin tarafsız kaleminden çıkmış bu paragrafın üzerinden günümüze geldiğimizde isyan edecek o kadar çok şey var fakat bloglar dolusu yazsam da sonuç "anlayana davul zurna saz, anlamayana sazı soksan az" kapısına çıkıyor. Paragrafta geçen "kişi sahtekâr ise..." kısmına tekrar bakın. Bugün, sahtekâr olanın peşinde tuzlukla koşup yalayanlarının çok olduğu bir dönemdeyiz. Daha fazla söze ve ecdat karşılaştırmasına gerek olduğunu düşünmüyorum.
Yıkık bir evde yaşıyorum ben,
Duvarlarındaki sevda boyası döküktür bu evin,
Doğru zamanda sürekli yanlışı gösteren bir saat durur karşında,
Kırık düşlerle yamalıdır yerdeki halılar,
En az bu ev kadar yıkıktır hayalleriniz,
Pencerenden umut ışığı girmez bu eve,
Su içmek istersen eğer,
Söylenmemiş sözleri kana kana içersin.
En dayanılmaz acılar en lezzetli yemeğin olur..
Ve en güzel müzik haykırışların olur,
Kendinden başka kimsenin duymayacağı haykırışlar..
Dayanamazsın tüm bunlara.
Ağlamak istersin ama takılır boğazına hıçkırıklar..
Sonra susarsın ve beklersin öylece,
Dayanamayıp kaçmak istersin; ama nafile..
Kaçmak istediğin kendi bedenindir çünkü..
"ama artık çok yoruldum kendimden" dersin,
Kendin bile nefret ederken senden..
Yapabileceğin en iyi şey,
İçinde fırtınalar koparken,
O fırtınanın içinden sahte gülücüklerle,
Sahte hayata küçük bir gülümseyiştir...