29 Ocak 2016 Cuma

Ecdadımız ve Sahtekârlık

 Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki artık duyduğumuz hiçbir habere şaşırmıyoruz. Hatta o kadar alışmışız ve kanıksamışız ki Tübitak'ın başına hayvanat bahçesi müdürünün atanmasına, başkanın özel şoförünün hiçbir vasfı yokken halkı temsil etmesi için milletvekili yapılmasına ya da sırf yalakanın en önde koşanı olduğu için başdanışman yapılan kişinin televizyonlara çıkıp ekonominin belini sakatlayacak spekülasyonlar yapmasına, yani kısaca; mevkisi çok yüksek birinin kabiliyetsiz dıdısının yeteneksiz dıdısına yüksek bir mevkide yok yere iş ayarlanmasına tepki bile gösteremiyoruz. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki "ecadadımız da ecdadımıııız!" diye naralar atan tipler ecdatlarının ecdatlarını mezarında ters çevirip düz sızlatıyorlar.


 Geçenlerde internette gezinirken bir kitaba ait okuyucu yorumlarıyla karşılaştım. Kişiler kitaba dair öyle hoş notlar aktarmışlardı ki bu kitabı hemen edinmeliyim diye düşündüm ve siparişini verdim. Elime geçer geçmez kitabı resmen sömürdüm. Kitap orjinalinde Latince yazılmış, Latince'den İngilizce'ye, İngilizce'den Almanca'ya ve nihayetinde de Türkçe'ye çevrilmiş bir eser. Adı "Türk Mektupları". Hemen aklınıza aşk kokan romantik mektuplar gelmesin. Şöyle ki: Osmanlı'nın şaşaalı dönemlerinden Kanuni Sultan Süleyman döneminde Avusturya ile yaşanan bir sınır anlaşmazlığını çözmek üzere Avusturya imparatoru tarafından görevlendirilen hümanizm eğitimi görmüş, bilgili, kültürlü bir elçi olan Ogier Ghiselin de Busbecq'in Osmanlı'da geçirdiği beş sene (1555-1560) boyunca gözlemlediklerini kaleme alması sayesinden oluşmuş bir kitap. Busbecq'in aslında amacı kitap yazmak değil, sadece burada geçirdiği süre boyunca yakın bir arkadaşına gönderdiği dört adet uzun mektubun kitap haline getirilmesi ile eser oluşmuş. Böylece resmi ve kuralcı bir dil yerine sade bir anlatım ile sanki karşılıklı konuşuyormuş hissini veriyor. Busbecq bizlere yabancı biri olduğu için ona enteresan gelen her şeyi yazmış mektuplarında. Avrupa ile Osmanlı arasındaki farkları kendi kendimize anlatışlarımızdaki gibi abartılı bir şekilde değil, yalın anlatımla dile getirmiş. Hümanist bir eğitim görmesinin neticesinde ise gördüklerini tarafsız bir süzgeçten geçirebilmiş. Bu yüzden farkında olmadan öyle bir eser yaratmış ki kendinden sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin Osmanlı'yı daha iyi anlaması hususunda güçlü ve tarafsız bir kaynak oluşturmuş.

 Türk Mektupları gerçekten çok sürükleyici ve akıcı bir kitap. Okurken sayfaları değil yılları değiştiriyorsunuz. Busbecq'in anlattığı sahnelerde siz de gerçekten o yıllara gidiyor İstanbul sokaklarından Balkanlar'a, Üsküdar'dan Adalar'a seyahat ediyorsunuz. Kitapta Hürrem Sultan'ın entrikalarından Mustafa ve Beyazıd'ın hazin sonlarına, Yeniçerilerin savaş düzenlerinden sokakta yaşayan hayvanlara, Rüstem Paşa'nın rüşvetçiliğine, halkın hamam adetlerine kadar inanılmaz çeşitli bilgiler yer alıyor. Anlatılanlar ile günümüzde yaşadığımız toprakların aynı topraklar olması, aynı millet olmamız hususunda ise şaşıracaksınız. Çünkü bazı yönlerden "işte bu biziz" diyecek, bazı noktalarda ise ecdadımızdan(!) bu kadar ters işler içerisinde oluşumuza afallayacaksınız.

 Eserin içinden anlatmaya değecek noktaların hepsini alıntılasam kitabın içeriğinin üçte ikisini buraya geçirmem gerekir. O yüzden günümüzle bağlantı kurarak etkilendiğim sadece ufak bir kısmını buraya aktarmak istiyorum. Bu kısım "Asalet ve Meziyet" bölümünden, ilk paragraf ile bağlantılı ve bu yazıyı aslen yazış amacım:

"Türk imparatorluğunda her insanın içine doğduğu şartları değiştirme ve kaderini tayin etme imkânı vardır. Sultanın altındaki en yüksek mevkilere sahip kimseler genelde sığırtmaçların(sığır çobanı) oğullarıdır. Böyle doğmuş olmaktan utanç duymak şöyle dursun, bununla övünürler. Kendilerini ecdatlarına ve tesadüfen doğmuş oldukları ortama ne kadar az borçlu hissederlerse duydukları gurur o derece büyüktür. Meziyetlerin doğum veya miras yoluyla soydan geçtiğini kabul etmezler. Onlara göre meziyetler kısmen Tanrı'nın bir lütfu kısmen de aldıkları talim ve terbiyenin, gösterdikleri çabanın ve hissettikleri şevkin ürünüdür. Nasıl ki müzik gibi sanata, matematik ve geometriye olan istidat babadan oğula geçmiyorsa, karakterin de irsi olmadığı, oğulun mutlaka babasına benzemesi gerekmediğini ve vasıfların insana Tanrı tarafından ihsan edildiğini düşünürler. Dolayısıyla Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler kabiliyet ve faziletin mükâfatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar. Bizim(avrupa devletlerinden bahsediyor) usullerimiz ise çok farklı. Bizde meziyete yer yoktur. Her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan sadece soylu olmaktır."

 Kitaptan birebir aktardığım Avrupalı bir elçinin tarafsız kaleminden çıkmış bu paragrafın üzerinden günümüze geldiğimizde isyan edecek o kadar çok şey var fakat bloglar dolusu yazsam da sonuç "anlayana davul zurna saz, anlamayana sazı soksan az" kapısına çıkıyor. Paragrafta geçen "kişi sahtekâr ise..." kısmına tekrar bakın. Bugün, sahtekâr olanın peşinde tuzlukla koşup yalayanlarının çok olduğu bir dönemdeyiz. Daha fazla söze ve ecdat karşılaştırmasına gerek olduğunu düşünmüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder