6 Mayıs 2016 Cuma

Dar Gömlek ve Lanet Olasıca Kapıcı


Neredeyse bütün dandik kısa filmler aynı sahneyle başlar -karakter uyanır, yataktan kalkar-. Çok sıkıcı bir giriş değil mi? Her gün milyarlarca insanın yaşadığı boktan bir olayı neden daha ilk sahneden koyuyorsun ki önümüze, çok mantıksız. Fakat bu hikaye de öyle başladı. Son derece sıkıcı, hepinizin her gün defalarca yaşadığı şekilde uyandım, yataktan kalktım. Kimse size bu hikayenin normal bir dandik hayattan daha heyecanlı olacağını söylemedi.

 Tamam uyandım ama hemen kalkmadım onu itiraf edeyim.. Hiç kalkasım olmadığı zamanlardan biriydi. Başıma gelmesinden korktuğum şeyler vardı. Belki kapıcı gazeteyi getirmemişti henüz belki de ekmekler bayatlamıştı ve belki kapıcı hem gazeteyi hem taze sıcak ekmeği getirmeyi unutacaktı gaddemit! Başıma bu tarz bir aksilik gelmesini beklediğim için kalkamadım yataktan. Önce telefondan sağa sola biraz like attım, gerekli yerlere kalpçikler daha gerekli yerlere retweetler serpiştirdim. Kapıcımızın olmadığı aklıma geldiğinde sinirli bir şekilde fırladım yataktan, başlardım böyle apartmana ben.

 Özel bir gün değildi, sıradanlıkta tavan yapan bir gündü. Karnımın acıktığını ve gömleğe ihtiyacım olduğunu hatırladım. Kahvaltı hazırlamaktansa gider gömlek alırdım. Kimse kimsenin tercihini sorgulamamalı bence. Kiminin önceliği gömlektir kiminin az yağlı beyaz peynir. Ben kaşar peynir sevdiğim için hiç tartışmaya girmeden çektim kapıyı çıktım. Gömlek almaya gidiyordum. Gömlek almaya gittim. Denediğim gömlek küçük gelince kendimi olaya fazla vermemiş olmalıyım ki reyon görevlisi kıza "bu gömlek keçi mi inek mi, varsa yarım kalıp öbüründen yap bana" dedim. Saçmaladığımın farkına kısa sürede varıp toparlamaya çalıştım "ahaha şaka ya şaka ben kaşar seviyorum" dedim. İyice sıvamıştım. Bu durumu hiçbir şekilde lehime çeviremeyeceğimin farkına kısa sürede vardım. Kız ne tür bir sapık olduğumu anlamaya çalışırken afallamış olduğundan bunu fırsat bilip koşmaya başladım. Planım kimse olayı çakızlamadan mağazadan koşarak uzaklaşmaktı. Yeterince hızlı olursam belki bir Van kahvaltıcısına kadar koşup çeşit çeşit birbirinin aynısı peynirlerle kahvaltı bile yapabilirdim. Evet planım tam olarak buydu, depara kalktım.

 Mağazanın kapısından henüz bir kaç dripling uzaklıktayken arkamdan deparlamış göbekli güvenlik görevlisini görmemin de etkisiyle planımda bazı noktaları atlamış olduğumun farkına vardım. Hızımdan gömleğin etiketi flip flip boynuma vururken arka planda mağazanın alarmı caddeyi inletiyordu. Daha önce de söylemiştim, başıma gelmesinden korktuğum şeyler vardı ve işte gelmişti. Çevredeki insanların meraklı bakışlarının altında olabildiğine hızlı koşuyordum, artık geri dönüşüm yoktu. Gömleğin etiketi boynuma her vurduğunda kendimi sürekli kırbaçlanan ve küçümen jokeyi üzerinden atmaya çalışan bir arap atı gibi hissediyor daha da hızlanıyordum. Bir an araplardan tiksindiğimi hatırlayıp bu düşüncemi dopingli bir ingiliz atı olarak sürdürmeye karar verdim. Koştum, ufka doğru. Koştum, nefesim bitene kadar koştum. Artık dilim damağıma yapışmıştı ki göbekli güvenlik görevlisine doğru arkaya bakmayı akıl ettim. Çok akıllıyımdır. Kendisinin peşimi bıraktığını ve etraftan kendini kahraman sanıp beni yakalamaya yeltenen biri olmadığını kendime güzel bir dille anlattıktan sonra durdum. Şöyle bir ceplerimi yokladım cüzdan ve telefon için. Hiçbiri yolda düşmemişti iyiydi, güzeldi. Gömleğin bir düğmesinin koptuğunu gördüm, olsundu, kopsundu, dikilirdi. Şöyle bir gömleğin yakalarını düzeltmeye yeltendiğimde elime çarpan etikete atarlandım "lan sskrigit" diye bağırdım ve koparıp yere attım.

 Bir kaç defa derin derin soluyup nefesimi düzeltmeye çabaladım, tekrar arkama baktım kolaçan hesaabı. Evden çıkarken üzerimde olan t-shirtü mağazanın deneme kabininde unuttuğum aklıma geldi. Geri dönüp t-shirtü almak üzerine bir salaklık yapacaktım ki sokağın karşı tarafından birkaç höykürüş geldi:
-abiii
-abiiiğ
-abiiiğee
Kafamı çevirdiğimde okulun demirlerine kafalarını sokmuş bir avuç ortaokul bebesi gördüm. Kaşlarımı çattım "ne var lan" şeklinde el kol yaptım.
-aaağbiiie tobu adsana
-ağbii tooop
diye bağrışarak park halindeki bir arabanın altını gösteriyorlardı çitoslu parmaklarıyla. Halkının kefen giymiş yalaka kısmını selamlayan bir başbakan edasıyla bir elimi göğsüme koyup diğer elimi havaya kaldırdım "tamam bendee çocuklar" hareketi yaptım. Bu hareketi yaparken gömleğin başka bir düğmesi daha kendini özgürlüğe doğru fırlattı. Gömleğin küçük olduğunu reyon görevlisi kıza söylemiştim işte, haklıydım.

 Topun altına kaçtığı arabaya doğru yürüdüm. Arabanın yanına gelince topun kolayca alınamayacak bir uzaklıkta olduğunu anladım arkamı dönüp çocuklara bağırdım:
+Hangi kazma attı lan bunu buraya, gelin kendiniz alın yatamam şimdi yere!
Çocuklar ne kadar ciddi olduğumu bakışlarımdan anlamışlardı. İçlerinden biri "gömleği güzel janti abim, hadi abim, abilerin kralıı" diyip beni gaza getirmeye çalıştı. Çabuk gaza gelmezdim. O sırada aynı eleman diğerlerini örgütleyerek hepsinin bana alkış tutmasını ve bana tezahurat yapmasını sağladı:
-krall ağbii, kral ağbi olley!
İki elimle hayranlarıma "tamam tamam" şeklinde işaret yaparken yere uzanıp topu arabanın altından almaya hazırlanıyordum ve bağırdım.
+Yalnız varrya kendinizi satsanız ödeyemezsiniz bu gömleğin parasını!!!
Haklıydım, ödeyemezlerdi.

 Ayağımla topu çekiştirmeye çalışırken aklıma bir çok anı canlandı. Kendimi çocukların yanında gördüm, aynı şeyleri ben de yaşamıştım. Okulun bahçesinden dışarı kaçırdığımız topları göbekli ve çabuk gaza gelen amcalardan geri atmalarını isterdik. Neredeyse hepsi de gaza gelip topu havaya diker ve bambaşka saçma noktalara atmayı başarırlardı. Rivayet odur ki topu okulun bahçesine geri atmayı başaran amcalara cennetten şarap nehirler akan altı yüz atmış altı dönüm toprak, Russian Instutue'den üç yüz otuz üç huri bahşedilir. Topu sonunda dışarı çeldiğimde zamanın akışı yavaşladı ve kendimi çelişkiler yumağında buldum. Topu çocuklara hangi teknikle atacağımın kararını hemen vermem gerekiyordu. Elle atsam kendimden beklenmeyecek bir eziklik örneği olacaktı, topu diksem ve istediğim yere ulaştıramasam... İçim içimi kemiriyordu. Zaman normal akışına geri döndüğünde topu bir elime aldım, diğer elimle de eşortmanım ve gömleğimin üzerindeki tozları silkeledim. O ana kadar gömleği eşortmanın üstüne giydiğimin farkına varmamıştım. Gerçekten gözalıcı bir görüntüydü. Bu sırada alkışlar ve tezahuratlar yükselmeye başladı:
-ooooo ağbi buraya ağbi buraya, ağbi burayaaa, ağbi burayaaa
-vur vur inlesin, karşı kolej dinlesin
-ooooooo...
Bu sırada kararımı vermiştim. Sağ ayağımı öne attım, elimdeki topu hafifçe havalandırıp müthiş sol ayağımnan topu bahçeye doğru diktim. Zaman tekrar yavaşladı, tezahurat sesleri kalınlaşarak "ooo" şeklinden "ooooley" şeklinde dönüştü. Top ilerledi, yükseldi, ilerledi, yükseldi. Okulun bahçe demirlerine ulaştı, çocukların kafalarını aralarına soktuğu demirin hizasına kadar yükseldi. Çocukların gözleri ve kafaları artık yukarıya doğru bir ivme kazandı, başaracaktım. Küçüklüğümdeki o ezik amcalar gibi olmayacaktım, arkamdan dalga geçilmeyecekti. Bu tüm insanlığın yaşaması ve aşması gereken bir eşikti. Başaranlar ödüllerin en ulusunu almaya hak kazanacaktı. Force kullanırmışçasına iki elimle topa yön verir gibiydim, ulvi bir an yaşıyordum. Yüksel eyy top, yüksel. Top yükseldi, yükseldi ve çocukların okuldan kaçmasını önlemek için demirlerin üzerine gerilmiş jiletli tellerin arasına girdi. Topu delen jiletler kıdemli bir Bağcılarlı gencin kolundaki façalar kadar açık seçik gözüküyor, toptan çıkan havanın sesi coşkuyu bastırıyordu. Ellerim havada, tezahuratlar yarıda kaldı. Zaman normale döndüğünde elebaşı olan gaza getirimci çocuk hariç hepsi şaşkınlık ve üzüntüyle karışık kafalarını demirlerin arasından çektiler. Kendi aralarında belli ki bana laf söylüyorlardı. Hemen nasılda dönmüşlerdi, satmışlardı kral ağbilerini, Bunlardan adam olmazdı. Başı demirlerin arasında sabit kalakalmış elebaşı çocuk seslendi,
"aaağbii" dedi, "senin ben gömleğine sıçim"
Bozuntuya vermedim, "seni müdürüne şikayet ederim lan" diye gider yaptım parmağımı sallayarak. Okulun kapısına doğru adım atıyormuş gibi bir fake attım, yemedi, gıdım hareket etmedi o demirlerin arasından. Geleceğini jiletli tellerin arasında bırakmış gibi topa bakıyordu. O an içimden gömleği çıkartıp imzalayarak çocuğa fırlatmak geçti. Kendimi hemen bu dürtüden uzaklaştırdım. Daha önce de söylemiştim, başıma gelmesinden korktuğum şeyler vardı ve işte gelmişti. Gömleğimi de verirsem benliğimden geriye ne kalırdı ki...

 Olay mahallinden uzaklaşırken hayatımda gömlek ve peynirden daha önemli sorunlar olduğunun farkında vardım. Bu sorunların hepsini tek seferde çözmek için yapılacak en doğru hamleyi yapacaktım. Kapıcısı olan bir apartmana taşınacaktım.

29 Ocak 2016 Cuma

Ecdadımız ve Sahtekârlık

 Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki artık duyduğumuz hiçbir habere şaşırmıyoruz. Hatta o kadar alışmışız ve kanıksamışız ki Tübitak'ın başına hayvanat bahçesi müdürünün atanmasına, başkanın özel şoförünün hiçbir vasfı yokken halkı temsil etmesi için milletvekili yapılmasına ya da sırf yalakanın en önde koşanı olduğu için başdanışman yapılan kişinin televizyonlara çıkıp ekonominin belini sakatlayacak spekülasyonlar yapmasına, yani kısaca; mevkisi çok yüksek birinin kabiliyetsiz dıdısının yeteneksiz dıdısına yüksek bir mevkide yok yere iş ayarlanmasına tepki bile gösteremiyoruz. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki "ecadadımız da ecdadımıııız!" diye naralar atan tipler ecdatlarının ecdatlarını mezarında ters çevirip düz sızlatıyorlar.


 Geçenlerde internette gezinirken bir kitaba ait okuyucu yorumlarıyla karşılaştım. Kişiler kitaba dair öyle hoş notlar aktarmışlardı ki bu kitabı hemen edinmeliyim diye düşündüm ve siparişini verdim. Elime geçer geçmez kitabı resmen sömürdüm. Kitap orjinalinde Latince yazılmış, Latince'den İngilizce'ye, İngilizce'den Almanca'ya ve nihayetinde de Türkçe'ye çevrilmiş bir eser. Adı "Türk Mektupları". Hemen aklınıza aşk kokan romantik mektuplar gelmesin. Şöyle ki: Osmanlı'nın şaşaalı dönemlerinden Kanuni Sultan Süleyman döneminde Avusturya ile yaşanan bir sınır anlaşmazlığını çözmek üzere Avusturya imparatoru tarafından görevlendirilen hümanizm eğitimi görmüş, bilgili, kültürlü bir elçi olan Ogier Ghiselin de Busbecq'in Osmanlı'da geçirdiği beş sene (1555-1560) boyunca gözlemlediklerini kaleme alması sayesinden oluşmuş bir kitap. Busbecq'in aslında amacı kitap yazmak değil, sadece burada geçirdiği süre boyunca yakın bir arkadaşına gönderdiği dört adet uzun mektubun kitap haline getirilmesi ile eser oluşmuş. Böylece resmi ve kuralcı bir dil yerine sade bir anlatım ile sanki karşılıklı konuşuyormuş hissini veriyor. Busbecq bizlere yabancı biri olduğu için ona enteresan gelen her şeyi yazmış mektuplarında. Avrupa ile Osmanlı arasındaki farkları kendi kendimize anlatışlarımızdaki gibi abartılı bir şekilde değil, yalın anlatımla dile getirmiş. Hümanist bir eğitim görmesinin neticesinde ise gördüklerini tarafsız bir süzgeçten geçirebilmiş. Bu yüzden farkında olmadan öyle bir eser yaratmış ki kendinden sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin Osmanlı'yı daha iyi anlaması hususunda güçlü ve tarafsız bir kaynak oluşturmuş.

 Türk Mektupları gerçekten çok sürükleyici ve akıcı bir kitap. Okurken sayfaları değil yılları değiştiriyorsunuz. Busbecq'in anlattığı sahnelerde siz de gerçekten o yıllara gidiyor İstanbul sokaklarından Balkanlar'a, Üsküdar'dan Adalar'a seyahat ediyorsunuz. Kitapta Hürrem Sultan'ın entrikalarından Mustafa ve Beyazıd'ın hazin sonlarına, Yeniçerilerin savaş düzenlerinden sokakta yaşayan hayvanlara, Rüstem Paşa'nın rüşvetçiliğine, halkın hamam adetlerine kadar inanılmaz çeşitli bilgiler yer alıyor. Anlatılanlar ile günümüzde yaşadığımız toprakların aynı topraklar olması, aynı millet olmamız hususunda ise şaşıracaksınız. Çünkü bazı yönlerden "işte bu biziz" diyecek, bazı noktalarda ise ecdadımızdan(!) bu kadar ters işler içerisinde oluşumuza afallayacaksınız.

 Eserin içinden anlatmaya değecek noktaların hepsini alıntılasam kitabın içeriğinin üçte ikisini buraya geçirmem gerekir. O yüzden günümüzle bağlantı kurarak etkilendiğim sadece ufak bir kısmını buraya aktarmak istiyorum. Bu kısım "Asalet ve Meziyet" bölümünden, ilk paragraf ile bağlantılı ve bu yazıyı aslen yazış amacım:

"Türk imparatorluğunda her insanın içine doğduğu şartları değiştirme ve kaderini tayin etme imkânı vardır. Sultanın altındaki en yüksek mevkilere sahip kimseler genelde sığırtmaçların(sığır çobanı) oğullarıdır. Böyle doğmuş olmaktan utanç duymak şöyle dursun, bununla övünürler. Kendilerini ecdatlarına ve tesadüfen doğmuş oldukları ortama ne kadar az borçlu hissederlerse duydukları gurur o derece büyüktür. Meziyetlerin doğum veya miras yoluyla soydan geçtiğini kabul etmezler. Onlara göre meziyetler kısmen Tanrı'nın bir lütfu kısmen de aldıkları talim ve terbiyenin, gösterdikleri çabanın ve hissettikleri şevkin ürünüdür. Nasıl ki müzik gibi sanata, matematik ve geometriye olan istidat babadan oğula geçmiyorsa, karakterin de irsi olmadığı, oğulun mutlaka babasına benzemesi gerekmediğini ve vasıfların insana Tanrı tarafından ihsan edildiğini düşünürler. Dolayısıyla Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler kabiliyet ve faziletin mükâfatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar. Bizim(avrupa devletlerinden bahsediyor) usullerimiz ise çok farklı. Bizde meziyete yer yoktur. Her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan sadece soylu olmaktır."

 Kitaptan birebir aktardığım Avrupalı bir elçinin tarafsız kaleminden çıkmış bu paragrafın üzerinden günümüze geldiğimizde isyan edecek o kadar çok şey var fakat bloglar dolusu yazsam da sonuç "anlayana davul zurna saz, anlamayana sazı soksan az" kapısına çıkıyor. Paragrafta geçen "kişi sahtekâr ise..." kısmına tekrar bakın. Bugün, sahtekâr olanın peşinde tuzlukla koşup yalayanlarının çok olduğu bir dönemdeyiz. Daha fazla söze ve ecdat karşılaştırmasına gerek olduğunu düşünmüyorum.

27 Ocak 2016 Çarşamba

Yıkık Bir Ev..



Yıkık bir evde yaşıyorum ben,
Duvarlarındaki sevda boyası döküktür bu evin,
Doğru zamanda sürekli yanlışı gösteren bir saat durur karşında,
Kırık düşlerle yamalıdır yerdeki halılar,
En az bu ev kadar yıkıktır hayalleriniz,
Pencerenden umut ışığı girmez bu eve,
Su içmek istersen eğer,
Söylenmemiş sözleri kana kana içersin.
En dayanılmaz acılar en lezzetli yemeğin olur..
Ve en güzel müzik haykırışların olur,
Kendinden başka kimsenin duymayacağı haykırışlar..
Dayanamazsın tüm bunlara.
Ağlamak istersin ama takılır boğazına hıçkırıklar..
Sonra susarsın ve beklersin öylece,
Dayanamayıp kaçmak istersin; ama nafile..
Kaçmak istediğin kendi bedenindir çünkü..
"ama artık çok yoruldum kendimden" dersin,
Kendin bile nefret ederken senden..
Yapabileceğin en iyi şey,
İçinde fırtınalar koparken,
O fırtınanın içinden sahte gülücüklerle,
Sahte hayata küçük bir gülümseyiştir...


22 Ocak 2016 Cuma

Sadece Güneşin Aynası


 Henüz onlu yaşlarındaydı. Yıldızların gökyüzünü tuval bellediği soğuk bir kış gecesinin uyumaya yakın vakitlerinde, odasında pencere kenarındaki yatağına kurulmuştu. Kucağında, eline aydan aya geçen bir mecmua duruyordu. Her sayfasında farklı bir araba; onun için her sayfada farklı bir hikaye vardı. Okul sırasındayken derslerden daha çok, tek bir kişiye odaklı zaman geçiriyordu ve okuldan döndükten sonra her gün farklı bir arabayla farklı bir hayali yaşıyordu. Önceki gün uykuya dalmadan önce hangi sayfada kaldıysa bir sonraki sayfayı çevirdi...

 Tam istediği gibi gelmişti bu sefer. İki kişilik, üstü açılabilen, spor bir model kapının önünde duruyordu. Koşar adımlarla aşağı indi, arabanın etrafında bir tur attı, kapıyı açtı ve deri kaplı sürücü koltuğuna oturdu. Arabanın üstünü açmak için yeltenmedi bile, henüz bahar gelmemişti içeriye. Kontağı çevirdi, motor kükredi. Fakat hızla atan kalbi motorun gürültüsünü bastırıyordu.


 Okulun yakınlarında oturuyordu kız. Acelesi varmış gibi gaza bastı. Bir an evvel onu almak istiyordu evinden, tıpkı bir yetişkin gibi. Normalde otobüsle gittiği yolları bu sefer spor arabasıyla kat etti bir çırpıda. Göz açıp kapayıncaya kadar geldiği sokakta ne yapacağını bilemedi, biraz bekledi. Aklına kornaya basmak geldi ve bastı. Arabadan dışarıya o'nu karşılamaya indi. Kız şiir gibi yürüdü aşağıya. Önce nutku tutuldu bizimkinin, sonra yutkundu. Kendine geldiğinde kızın narin ellerinden tutup, arabanın kapısını açtı. Vücudunu kamaştıran parfümü içine çekerken gülümsediler karşılıklı, ilkbahar içeri süzüldü, ardından nazikçe kapıyı kapattı. Heyecanlı adımlarla şoför koltuğuna koştu. İlk işi arabanın üstünü açmak oldu. Heyecandan dili düğümlenirken kafasını yolcu koltuğuna çevirdi, kalbi hızla çarpıyordu. Karşısında belki de hayatında hiçbir zaman bu an'ı yaşayamayacağı kişi vardı. Artık acelesi yoktu, saniyeler ona saatler gibi geliyordu nasıl olsa. Gaza bastı.

 Normal bir randevu gibi sürdü en başta. Gittiler ve yemek yediler, gittiler ve bir şeyler içtiler. Çabuk geçti o saatler. Sonra nasıl olduysa birlikte karar verdiler, daha uzağa gitmeliydiler. Ve bizimkisi sürmeye devam etti.

 Tüm sorumluluklarından uzağa, şehrin çok uzağında hayali kolay, gerçeği zor ince bir yola gelmişlerdi. "Bağlarımızdan kaçmanın tam sırası, birlikte uzaklaşalım ve çalalım zamanı" dedi yaşından fazla fazla büyük kelimeler kullanarak. El ele tutuşup, dakikalar dolusu gözlerine bakabilmenin cesaretiydi bu kesinlikle. "Hadi, kaybolalım."

 Gerçekten yanında olduğunu hissediyordu tarifsiz sevgilinin. Nefesini hissediyordu, çiçek kokusunu hissediyordu. Kafasını sağ yanından ayırmıyordu, korkudan. Bir an gözlerini ondan ayıracak olsa hayallerinden bile uçacakmış gibi geliyordu. Gözünü ayırmadı gül yanaklarından, yola da pek bakmadı. Sadece sürdü, yeşile ve maviye doğru. Gözlerinin kahvesi yeni doğan günün aydınlığıyla birleşti bir yerde. Yol artık sadece güneşin aynasıydı.

 "Yaşımdan daha büyükse hayallerim, bekle beni; zamanımız gelecek. Olur da büyürken bir gün olsun sönersek, karanlık düşerse yolumuza, elimi tut. Gece olur gökyüzündeki yıldızları içeriz."

 
Elinden kayıp yere düşen derginin çıkardığı sesten aniden irkilerek gözlerini açtı ve doğruldu. Yüzü gülüyordu ve nefesi kesilmiş gibiydi. Yorganı üzerine çekti ve esnedi. Uyumadan önce son kez dışarı baktı, bulutlar göğü koyu griye bulamıştı. Derin bir nefes aldı ve gözlerini kapattı.

"Hadi kaybolalım."


19 Ocak 2016 Salı

İnsanlık ve Umutlar...

Karikatür, ele aldığı konuları komik veya iğneleyici olması için abartan ve çarpıtan resim türüdür. Edebiyattaki abartılı ve çarpıtıcı betimlemelerin, aynı amaca yönelik olarak çizim formatında kullanılmasıdır.

Basında karikatürler sosyal ve siyasi eleştiri yapmak için sıklıkla kullanılır. Ayrıca tüm dünyada bu amaçla düzenli olarak yayımlanan dergi ve gazeteler mevcuttur. Tüm bunların yanında farklı amaçlar için de karikatürler bulunmaktadır. Benim en büyük zevklerimden biridir. 


Geçen gün Fransız karikatür dergisi Charlie Hebdonun yaptığı, cesedi bodrum sahiline vuran 3 yaşındaki Suriyeli Aylan Kurdi karikatürü Fransızların insanlığa Fransız olduklarının göstergesi oldu. Bu silahın böyle bir olay için kullanılması ciddi anlamda beni üzmüştür. Üstat Nazım Hikmetin dediği gibi "çocukları üzmeyin efendiler". Bakıyorum da günümüz dünyasında en çok onlar zarar görüyorlar. Umudum dünyanın çocuklar için daha bir yaşanabilir hal almasıdır.

                                                    -----------------------------------

Düzenli bir şekilde ülkemizde bombalar patlıyor, askerlerimiz şehit düşüyor, çocuklar ölüyor, insanlar ölüyor! Üstüne her bunlar yaşandığında ülkemizde İNSANLIK bir kez daha ölüyor. Yüksek mertebelerden ne bir ses ne de bir İSTİFA! İstifa etmek erdemli bir harekettir, bizim yüksek koltuklar ne yapıyor, laf kalabalığı. Bizler ne yapıyoruz, yıllardır yapıldığı gibi, birbirimizi kırıyoruz. Ülkemiz, bulunduğu bu karanlık günlerden birlik ve beraberlikle kurtulur ancak. Güneşli ve mavili günler diliyorum güzel ülkeme.



                                                                            "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi

                                                                                                                                           kardeşçesine."

                                                                                                                               - Nazım Hikmet Ran
                                                                                

7 Ocak 2016 Perşembe

Sabit

 Dingin yağan karın altındaki ağaçlar arasına gizlenmiş kütükten bir evde, düzgünce toplanmış çift kişilik yatağının yanındaki çift kişilik koltukta oturuyordu. Yarısına kadar içtiği şarabı diğer yanında, sobanın üstünde sıcaklığını kaybetmemek için uğraşıyordu. Yaşadığı dramlar genç yaşını, ölmemeye and içmiş kaçık bir yaşlıdan daha büyük göstermeye yetiyordu. Ne üzerindeki kırışık, eskimiş kazak ne de dağınık kafası önemli değildi onun için, karşı duvarda sağlamca çakılı duran parlak çivi kadar. Parlak çivi onun bir gün üzerine asacak olduğu renkli tablonun umuduydu. Bomboş evdeki çıplak duvarın üstündeki gereksizlikti. Çakılırken duvara verdiği acıydı ve duvar ile paylaştığı anılar. Sökmek isteyen birine karşı göstereceği sağlamlıktı. Siyah beyaz dumanlı bir görüntü içindeki parlaklıktı. Ve çakılı tarafındaki karanlıktı onun için o çivi. Karanlığın içindeki sıkışma hissiydi yıllardır. Yıllardır.

 Karanlığın zıt yanında, çivinin parlak başında yansıyan görüntüde, düzgünce toplanmış çift kişilik bir yatak ve üzerinde yarım bardak şarabı sıcak tutmaya çalışan sobanın arasında çift kişilik bir koltuk vardı. Üzerindeki adamın tüm detayları gözüküyordu çivinin yüzeyindeki yansımadan. Rengi solmuş bir pantolon, kırışık ve sökük eski bir kazak vardı üzerinde. Saçı sakalı birbirine karışmış, uzundu. Vücudundaki kaosun içinde düzenli gözüken iki şey parlıyordu, bembeyazdı. Çıplak duvardaki parlak çiviye doğru bakıyordu. Bakıyordu.